“Edirne sadece haritada bir nokta değildir, mitolojidir, tarihtir, kültürdür, ticarettir.”

0

Sercan Biçen: “Edirne sadece haritada bir nokta değildir, mitolojidir, tarihtir, kültürdür, ticarettir.”

  • Sizi tanıyabilirmiyiz?

Sercan Biçen: 1987 İstanbul doğumluyum. Rahmetli Mustafa Şahan’ın eşi Birgül Hanım’ın yeğeniyim. Uzun yıllardır Edirne’ye halamları ziyaret için gelip giderdim. İstanbul’da tekstil sektöründe faaliyet gösteriyordum. Ama geçmişte deri sektöründe çalışmalarım olmuştu. Her Edirne’ye geldiğimde eniştem Mustafa Şahan, “İstanbul yaşanmaz hale geldi. Edirne’ye yerleş, sana Park Otelin altında ki dükkânı devredeyim. Bende yardımcı olayım. Deri tamir, bakım ve satış işini yap diye öneride bulunuyordu. Bu sene son bahara doğru tavsiyesine uyup İstanbul’da ki işlerimi tasfiye edip gelmeyi düşünüyordum. Eniştem aniden vefat edince halam Birgül Hanım yalnız kalmasın diye gelişimi öne almak zorunda kaldım.

  • Edirne denince aklınıza ne geliyordu. Uzaktan bakınca Edirne’de ne görüyordunuz.

Sercan Biçen: Edirne sadece Türkiye haritasında bulunan bir sınır şehri değildir. Osmanlı’ya 88 yıl başkentlik yapmış, İstanbul fethinden sonra da padişahların yıllarca devleti Edirne’den yönetmeye devam ettiği mitolojik bir şehir geliyor aklıma.

Mitolojik diyorum, çünkü Edirne Osmanlı’dan önce de varmış.

“Hebros (Meriç) önce Ariskos’un (Arda) suları ile buluşmuş, büyümüş ve gürleşmiş. Coşku ile akarak Tonzos’a (Tunca) kavuşmuş.

Mitolojiye göre, Şafak Tanrısı Eos’un oğlu olan Boreas, Atina Kralının kızı Oreithyia’ya âşık olmuş.

Bir gün tozu dumana katarak onu kızılkanatlarına alıp, soluğu bu üç nehrin birleştiği yerde almış.

Boreas buralardan her geçişinde ortalığı birbirine katarmış. Irmak Tanrısı Okeanos da Tunca’nın, Meriç’in ve Arda’nın sularını kabartmak zorunda kalırmış.

Baş tanrı Odra’ya bağlı Odrysler’in işte bu üç nehrin birleştiği yerde kurulan kasabası büyük zarar görürmüş.

Bu kasaba ise Edirne’nin ilk kurulduğu yermiş”

Odrisa, Odrisia, Orestia, Orestias, Hadrianapolis, Hadrianupolis, Adrianapolis, Edrinus, Edrune, Edrinabolu, Edrine, Erdene ve Edirne…

Dilden dile, kavimden kavime değişen ismiyle suların ve kültürlerin birleştiği bir masal şehri.

Trak, Roma, Bizans, Osmanlı ve diğerleri…

Çok derin tarihsel miras ve çok eskilere giden bir şehrin kökleri…

Edirne, Trakya’ya adını veren ve mitolojiye kadar uzanan bir Trak şehri midir? Yoksa günümüzün ayakta kalan tek kulesinde izlerini hissettiğimiz bir Roma şehri mi?

Bir şehrin kimliğini hissetmenin yolu, o kenti yaşamak, oranın havasını solumak ve dar sokaklarında girip zaman koridorlarında kaybolmaktan geçer. Bende hem eniştem Mustafa Şahan’ın bıraktığı kültürel mirası yaşatmak hem de bunları yaşamak için Edirne’ye geldim.

İşte Edirne’deki bu zaman yolculuğunun izleri, sizi Trakların o savaşçı ruhlarına, Romalıların dünya hâkimiyetine değil, Osmanlı’nın mistik ve gizemli dünyasının kapılarına götürüp bırakır.

Bu kapıyı araladığınızda karşınıza sultanların bu topraklar üzerindeki gücünü yansıtan eşsiz bir kültürel mirasla karşılaşırsınız.

  1. Murat’la başlayan, Fatih’le boyut değiştiren ve IV. Mehmet’le zirveye çıkan Osmanlının Edirne macerası, ardında sayılmayacak kadar derin izler, anılar, zaferler ve imparatorluğun çöküşünü hazırlayan hayal kırıklıkları bırakır.

Bir zamanlar üç kıtaya yön veren Tunca Nehri kenarındaki Edirne Sarayı Cihannüma Kasrının yıkık duvarları şu an bir mesaj ulaştırır mı bizlere, asırlık söğüt ağaçlarının arasından esen rüzgârlar Fatih’in ayak seslerini taşır mı?

Yine de gördüğünüz her kalıntı, dokunduğunuz her eser ve ufuktaki minare siluetlerinin beynimizdeki izdüşümü bu şirin kenti bir “sultanlar şehri” yapmaya yetecek zenginliğin günümüze ulaşan hatıralarıdır.

Ünlü nakkaşların oya gibi bezediği Sultan II. Bayezid Camii’nin ulu kubbesi altında saltanat kayıkları ile namaz kılmaya gelen hünkarların ayak izlerinin peşine düşmek, Avrupa seferlerine çıkan orduların günümüze ulaşan nal seslerini duymak, Sinan’ın mimari dehasının eşsiz eserlerine tanık olmak ve Balkan Savaşlarında Hıdırlık Tabyaları’nda ünlü Şükrü Paşa’nın destan yazan savunmasındaki kılıç seslerinin dinlemek bu şehri gezenlerin hayallerinin birer parçalarıdır.

Sadece Osmanlı Sarayı’nın yıkık harabeleri midir bizi geçmişe götüren veya ilk bakışta dikkati çeken anıt eserler mi?

Ya aradan geçen yüzyıllara rağmen dimdik ayakta duran onlarca cami, han, hamam, çarşı, kule, imaret, medrese, çeşme, su terazisi ve kervansaray sizi gerçek anlamda Osmanlı kokan tarihi kent yolculuğuna çıkarır.

Uzaklardan bakıldığında adeta bir kubbeler ve minareler tarlasına dönen kent silueti bu mistik atmosferin ilk habercisi olur.

Kentin tacı olarak bilinen ve dünyadaki tek kubbeli yapıların zirvesi olarak kabul edilen Mimar Sinan eseri, Selimiye’ye sizi uzaktan büyüler ama içine girdiğinizde adeta çarpılır, sonsuzluğun kubbesi içinde kaybolursunuz.

Eşsiz mimarisiyle Sultan II.Bayezid Külliyesi’nin çok kubbeli grafiksel yapısından etkilenir, darüşşifa bölümünde bundan 500 yıl önce psikolojik hastaların tedavi edildiği müzik nağmeleriyle huzur bulursunuz.

Sular şehri Edirne’nin taş köprülerine vurulur, bu köprülerin korkuluklarına tutunarak Osmanlı’nın görkemli günlerine doğru bir zaman yolculuğuna çıkarsınız.

Meriç Küprüsü’nün sultanların oturduğu “seyir Köşkü”nde oturup Meriç Nehri’ndeki en güzel gün batımlarından birini izlerken tarih ve doğanın bu kadar güzel nasıl bütünleşebildiğine şaşarsınız…

Evet, Edirne, sultanların şehri…

Bir başka deyişle “Şehirlerin Sultanı”

Geçmişe dair kökleri olan, tarihin görkemini günümüze taşıyan, her taşında, her sokağında kulağımıza fısıldayacak çok sözü olan…

Gidip te kalmak mıdır?

Kalıp ta dönmemek mi?

Döndüğünüzde ise gönlünüzü o şehirde bırakmak mı?

Sultanlar şehrini geride bırakınca bir kez daha dönüp bakarsınız sizden uzaklaşan nehirlere, köprülere…

Bir kez daha bakarsınız size el sallayan minarelerine Selimiye’nin…

Bir kez daha helalleşmek,

Bir kez daha veda etmek için…

Birde günümüz Edirne’si ne bakacak olursak;

Tarihi boyunca birçok milletin gelip geçtiği şehirde bu medeniyetlere ait izleri görmek mümkün. Kaleiçi’nde bulunan İtalyan Katolik Kilisesi, Kıyık’ta bulunan Sveti Georgi Bulgar kilisesi ve Kirişhane’de bulunan Sveti Konstantin-Elena Bulgar Kilisesi’nden başka yine Kaleiçi’nde, Türkiye sınırları içerisindeki en büyük, Avrupa’daki 3. büyük sinagog olan Edirne Büyük Sinagogu bulunur.

Edirne deyince tabii ki ilk akla gelen; şehirle özdeşleşen ve şehrin her tarafından görünen Selimiye Camisidir. Osmanlı Padişahı II. Selim’in Mimar Sinan’a yaptırdığı ve Sinan’ın 90 (bazı kaynaklarda 80 olarak geçer) yaşında yaptığı ve “Ustalık Eserim” dediği Selimiye Camii, gerek Mimar Sinan’ın gerek Osmanlı mimarisinin en önemli yapıtlarından biridir. Caminin kapısındaki kitabeye göre yapımına 1568 yılında başlanmış, II. Selim’in ölümünün ardından 14 Mart 1575’te ibadete açılmıştır. Selimiye Camii ve Külliyesi 2011 yılında Unesco’nun Dünya Mirası Listesi’ne alınmıştır.

Şehrin merkezinde yer alan Eski Cami, zamanımıza ulaşmış ilk orijinal anıtsal yapı olarak da bilinir. Caminin yan kapısı üzerindeki kitâbeye göre mimarı Konyalı Hacı Alâaddin’dir. Osmanlı tarihinde Fetret Devri diye anılan dönemde Süleyman Çelebi tarafından 1403 yılında inşasına başlanan cami I.Mehmed tarafından 1414’te tamamlanmış. Beyaza boyanmış duvarları ve payeleri üzerindeki 18. ve 20. yüzyılların ünlü hattatları tarafından yazılmış yazılar caminin en ilgi çeken özellikleridir.

Tunca Nehri kıyısında bulunan külliye Edirne’nin en önemli yapıtlarındandır. Cami, tıp medresesi, imaret, darüşşifa, hamam, mutfak, erzak depoları ve öbür bölümleriyle geniş bir alana yayılmıştır. Sultan II.Beyazıd’in 1484-1488 yılları arasında yaptırdığı külliyenin mimari Hayreddin’dir. Çok etkileyici bir görünümü olan külliye küçüklü büyüklü yüze yakın kubbeyle örtülüdür. Padişah II.Beyazıd tarafından kurulan bu külliyenin (sitenin) temel amacı Edirne’yi bir Darüşşifaya(Hastaneye) kavuşturmaktır.

Külliye içindeki caminin batısında Darüşşifa ve Tıp Medresesi bulunmaktadır. Ortası açık büyük kubbenin altında bulunan şadırvandan akan suların sesiyle ruh hastalarının tedavi edildiği, revaklarla çevrili ön avlunun yanlarındaki kubbeli hücrelerde ise akıl hastalarının iyileştirildikleri anlatılmaktadır. Avlunun köşesinde, mutfak ve çamaşırhane bölümleri vardır.

Darüşşifa ve bitişiğindeki Tıp Medresesi, II.Beyazıt’ın 1484 yılında Akkirman seferinden elde ettiği ganimet gelirleri ile yaptırılan külliyenin birer parçasıydı. Darüşşifa’da tedavi hizmeti ücretsiz verilmekteydi. Medresede okuyan öğrenciler, darüşşifadaki uzman hekimler yanında yetiştirilmekteydi.

1850’li yıllardan sonra darüşşifa, sadece ruh hastalarının tecrit edildiği bakımsız bir kurum haline gelmiş. 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı sırasında Edirne işgale uğradığında içindeki hastalar İstanbul’a gönderilmiş. 1896 yılında onarım gören şifahane, bir süre daha ruh hastalarının tecrit edilmesinde kullanılmış. 1916’ya kadar hizmet vermeyi sürdüren Dar-üş Şifa’nın Trakya Üniversitesi bünyesinde Sağlık Müzesi’ne dönüştürülme çalışmaları 1993 yılında başlamış ve müze 2008 yılında hizmete girmiş. Bu bölümde, 15. Yüzyıl tıp eğitimi mankenlerle canlandırılmaktadır.

Edirne’de görülmesi gereken yerlerden bir diğeri de Tarihe “Edirne Müdafii” olarak geçen Mehmet Şükrü Paşa adına yapılan anıt ve burada bulunan Balkan savaşı müzesidir. Balkan Savaşında Edirne’yi savunan Şükrü Paşa ve Balkan Savaşı şehitleri anısına, savunma mevzilerinden biri olan Kıyık Tabya’da inşa edilen anıt-müze, kentin en yüksek yerinde bulunmakta ve 14 bölümden oluşmaktadır. Edirne’de görülmesi gereken yerler arasında bulunan ve Edirne halkı tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağışlanan silah, belge ve mühimmatın sergilendiği bu müze Balkan savaşında yaşananları anlatmaktadır. Şu anda ziyarete kapalı umutla açılmasını bekliyoruz.

Camileriyle olduğu kadar tarihi köprüleriyle de ünlü olan şehir yeşilliğini ve bereketli topraklarını içinden geçen Arda, Tunca ve Meriç nehirlerine borçlu bir anlamda Karaağaç’a gitmek için önce Tunca ve Meriç köprülerinden geçmek gerekiyor. Yeşil-mavi suların üstündeki tarihi köprüler adeta şehrin taçları gibi duruyor.

Edirne’yi süsleyen köprülerin en önemlisi olan ve Unesco Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’ne alınan Uzunköprü; Ergene nehri üzerine II. Murat döneminde 1427-1443 yılları arasında mimar Muslihittin Bey’e yaptırılmış. Bulunduğu ilçeye adını vermiş olan köprü dünyanın en uzun taş köprüsüdür. Bunun dışında Karaağaç’ta Arda ve Meriç nehirlerinin birleştikleri yerde, Meriç nehrinin üzerindeki Meriç Köprüsü ile Tunca Nehri üzerinde yapılmış, Edirne ile Karaağaç’ın bağlantısını sağlayan Tunca köprüleri de Edirne’de yeşil ve mavinin her tonunun seyredileceği en güzel alanlardan.

Edirne’nin Karaağaç Semtindeki Trakya Üniversitesi Rektörlüğü alanı içerisinde bulunan ve 1998’de ziyarete açılan Lozan Anıtı; Anadolu, Trakya ve Karaağaç’ı sembolize eden üç yüksek sütundan oluşmaktadır. Lozan Anlaşması ile Karaağaç’ın tekrar Türk topraklarına kazandırılmasını ve Lozan Anlaşmasında kazanılan diplomatik zaferi temsil eden anıtın bitişiğinde ise bu tarihi antlaşmanın anlam ve önemini gelecek kuşaklara aktaracak belge, fotoğraf ve kitapların sergilendiği Lozan Müzesi bulunmaktadır.

Edirne’nin ilgi çeken bir başka yönü ise hanları ve kapalı çarşılarıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıla kadar olan döneminde Edirne, çarşı ve hanlar bakımından en zengin ve gelişmiş illerden biri olmuş. Bu çarşıların en bilineni Selimiye Caminin hemen yanı başındaki Selimiye Arastasıdır. Selimiye Camisi’ne gelir sağlamak amacıyla yaptırılan çarşı 225 metre boyunda, 73 kemerli ve 4 kapılıdır. Bedesten ise Eski Cami’ye gelir temin etmek için Çelebi Sultan Mehmet zamanında yaptırılmış. Edirnelilerin daha çok Kapalı Çarşı adıyla andıkları Ali Paşa Çarşısı ise Kanuni Sultan Süleyman’ın son yıllarında yaptırılmış şehrin en önemli çarşılarındandır.

Abacılarbaşı’nda bulunan, eski Dakik Kapanı’nın ( zahire çarşısı) yerine 1911 tarihinde yapılmış büyük bir iş hanıdır. İki katlı ve yarı kagir olan çarşıda seksene yakın işyeri bulunmaktadır. Burası 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşında yetim kalan şehit ailelerinin çocuklarına gelir sağlamak amacıyla yapılmış olup, çarşı o yıllarda halk arasında Yeni Çarşı olarak anılmıştır. Günümüzde Yetimler Çarşısı olarak anılan dükkânlar Edirne ticari hayatındaki yerini korumaktadır.

Edirne deyince akla gelenlerden biri de geleneksel Türk yağlı güreş turnuvasıdır. Olimpiyatlardan sonra dünyanın en eski spor organizasyonu olarak gösterilen Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri her sene haziran sonu ila temmuz başında Edirne Sarayiçi’nde düzenlenir. Turnuvada pehlivanlar üç gün süresince er meydanında mücadele ederler. Son gün yapılan finallerde her kategorinin birinci, ikinci ve üçüncüleri belirlenir. Bunlardan en önemlisi başpehlivandır. Güreşler esnasında Kırkpınar Festivali düzenlenir ve çeşitli etkinlikler gerçekleştirilir.

Türkiye’nin hemen her şehrinde olduğu gibi Edirne’de de kendine has yöresel lezzetler bulunmaktadır. Edirne’ye gelip de ciğer yememek, elbasan tavanın, zerdenin, kandilli mantının, badem ezmesinin ve nişasta helvasının tadına bakmadan ayrılmak olmaz. Gezi sonunda evinize dönerken Kavala kurabiyesi ile Edirne peyniri almak da unutmamalı tabii…

  • Edirne’yi bir Ticari olarak değerlendirebilir miyiz?

Sercan Biçen: Dövizde ki dalgalanma nedeni ile özellikle Bulgaristan vatandaşları Edirne’ye gelip alışveriş yapıyor. Ama onlarla ilişkilerimizi sıcak tutup bu gelişlerini sadece ticari bağamda bırakmamak şart. Onlar artık bizim parçamız geçici müşterilerimiz değiller.

  • Son olarak deri giyisi alırken nelere dikkat etmeliyiz?

Sercan Biçen: Deri Ceket Satın Alırken Dikkat Edilmesi Gereken 4 Özellik

Bir kadının dolabında olmaz olmaz kıyafetlerin başında yer alır. Hatta sadece kadınlar için değil, aynı zamanda erkeklerin vazgeçilmez dış giyimlerinden biridir. Deri ceket, hemen hemen her kıyafetle uyum sağlayan, kombinlerinizi şıklaştıran önemli parçaların başında yer alır.

Özellikle de sonbahara gireceğimiz şu günlerde deri ceket giymenin, yoksa da mutlaka satın almanın tam zamanı! Çünkü sonbahar döneminde artık havalar eskisi kadar sıcak olmuyor, kış mevsiminde olduğu gibi soğuk da olmuyor. Bu yüzden de giymeye en sık başvurduğumuz parçaların başında deri ceketler yer alıyor.

Eğer siz de bu sebeplerden dolayı deri ceket almayı düşünüyorsanız, öncesinde mutlaka bu yazımızı okumanızı tavsiye ederiz. Yazımızın içerisinde aradığınız her şeyi bulmanız mümkün.

1) Derinin Gerçek mi Suni mi Olduğuna Dikkat Edin!

Almak istediğiniz deri ceketinizin gerçek mi yoksa suni deri mi olmasını istiyorsunuz ilk önce buna karar vermelisiniz. Daha sonra bu konuyu netleştirdikten sonra ceketinizin modeli konusuna dönmelisiniz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki sırf siz keyfi yere ceketinizi gerçek deri giyeceksiniz diye hayvanların katledilmesini göz yummamalısınız.

Açıkçası kürk gibi gerçek deri kullanılmasını da çok doğru bulmuyorum. Sizin bu konudaki fikriniz nedir bilemiyorum. Ancak artık gelişmiş teknolojiler sayesinde çok iyi suni deri kıyafet üretimleri bulmak mümkün. Elbette tercih size kalmış ama siz yine de empati yapmayı unutmayın.

Deri ceket

Peki, gerçek deri ve suni deri nasıl anlaşılır?

Deri ceketinizi bilinen mağaza ve markalardan alıyorsanız zaten aldığınız ceketin gerçek deri mi yoksa suni mi olduğunu çok rahat anlayabilirsiniz. Ancak bilmediğiniz bir yerden alıyorsanız, çok da beğendiyseniz ilk olarak etiketine bakmayı unutmayın. Zaten etiketinde çoğu ayrıntıyı bulmanız mümkün.

Eğer etikete bakmak sizin için yeterli gelmeyecekse ve gerçek deri almak istiyorsanız, gerçek deriyi tanıyabilmenin en iyi yolu kokusudur. Çünkü gerçek deride ağır bir koku vardır. Suni deride ise böyle bir koku yoktur.

Bordo deri ceket

2) Renkli Deri Ceket mi, Siyah Deri Ceket mi?

Eğer dolabınızda siyah bir deri ceketiniz yoksa ve ilk kez bir deri ceket alacaksınız, ilk tercihinizi kesinlikle siyahtan yana yapmanızda fayda var. Çünkü siyah deriler pek çok renk ile uyumlu biçimde rahatlıkla kullanılabilir. Üstelik siyahın asaleti her zaman daha farklıdır. Bana kalırsa deriye en çok yakışan renk siyah!

Siyah deri ceketi olanlar için elbette farklı renkteki alternatifleri değerlendirmek çok daha doğru olacaktır. Örneğin taba, bordo, haki gibi birçok rengi rahatlıkla tercih edebilirsiniz.

Deri ceket modeli

3) Deri Ceketin Kesimi ve Modeli Nasıl Olmalı?

Ceket alacağınız zaman ceketinizi ağırlıklı olarak nasıl kullandığınızı da belirlemelisiniz. Örneğin, bel hizasında biten, geniş yakalara ve fazla belirgin metal aksesuarlara sahip olan deri ceketler, motorcu stilindedir. Bu yüzden de sizin zevkinize hitap edip etmediğine dikkat ederek almanızda fayda var.

Model seçimi kadar önemli olan bir diğer konuda kesimidir. Dar vücuda oturan bir kesim mi, yoksa bol kesim mi tercihinizi buna göre belirlemelisiniz. Örneğin, kıyafetlerinizi ince kesim kumaşlardan seçiyorsanız, dar kesim olan deri ceketleri rahatlıkla kullanabilirsiniz.

Bol kesim deri ceketler ise dara göre içine daha kalın kıyafetleri kat kat giyebileceğiniz ceketlerdir. Bu yüzden de kadınların kış aylarında bu tarz ceketleri rahatlıkla kullanabilme imkânı sunar. Şu aralar daha çok erkek stil bol deri ceketler moda olsa da açıkçası ben dar kesim deri ceketlerin daha güzel durduğu kanısındayım. Bence bol bir ceket dahi seçseniz tercihiniz bel hatlarınızı belli edecek yönde olan ceketleri tercih etmeniz daha uygun olacaktır.

Deri ceket kombini

4) Deri Ceket Modası

Deri ceket seçiminde dikkat edilmesi gereken konulara değinince, deri ceket modasına da değinmeden geçmek istemedik açıkçası. Elbette bu konuyu başka bir yazımızda uzun uzadıya anlatmak mümkün. Ancak kısa da değinmeden geçmeyelim.

İlk olarak klasik ceketlerin dışında farklı alternatifler arayanlara broşların, işlemelerin, zımbaların yer aldığı deri ceketlerinin de oldukça trend olduğunu belirtelim. Zaten çok şatafatlı olmadığı sürece deri ceketin modasının geçmeyeceğini unutmayın. Elbette deri ceket modelinizi seçmek sizin zevkinize ve tarzına kalmış bir şey.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir