Solun Yalan Rüzgârları Teröristlerden Kahraman Üretmek

Solun Yalan Rüzgârları Teröristlerden Kahraman Üretmek

Epeyce bir zamandır Türkiye’de bir “Deniz Gezmiş ve arkadaşları efsanesi oluşturulmaya çalışılıyor. Sol sosyalist ideolojik saplantılarının esaretinden bir türlü kurtulamayan, basın ve TV’lerde etkili olan yazarlar, yapımcılar, programcılar bu güçlerini ustaca kullanarak sistematik bir algı operasyonu yürütüyorlar. Türkiye’nin travmatik 60’lı 70’li yıllarını, o dönemde yaşananları kendi ideolojilerine, düşüncelerine göre kurgulayıp anlatıyorlar; tiyatro oynuyorlar.

Elli ve altındaki yaşlardaki vatandaşlarımız, olayları yaşamadıklarından, özel bir ilgi ve merakları yoksa o dönemi doğal olarak başkalarının yazıp anlattıklarına bakarak değerlendireceklerdir. Ülkemiz medyasında gelişmiş ülkelerdekilere benzer tarafsız objektif habercilik anlayışı yerleşmediğinden, ilkeli yayıncılık konusunda eksiklikler olduğundan, kamuoyuna çoğu kere gerçek bilgiler değil kurgulanmış mesajlar, makyajlı görüntüler sunuluyor. Türkiye’de iktidara gelme şansı olmayan, toplumdan destek bulamayan sol kesim, taraftar toplayabilmek için etkili oldukları basın ve TV kanalları aracılığıyla yoğun bir algı operasyonu yürütüyor.

Türk milliyetçilerinin bu alanlarda eskiden beri sürüp gelen maddi kaynaklı sıkıntıları, meselelerini yazma ve anlatma zaafları, aralarındaki muhabbet, dayanışma ve güvenin yeterli olmayışı, organize olamamaları, heyecan eksikliği, sivil toplum alanında etkili çalışmalar yürütülmesini engelliyor. Sol kesimin özellikle yakın geçmişle ilgili tek yanlı ideolojik anlatımlarına, iddialarına karşı millî şuur sahiplerinin olayları gerçeklere uygun tarzda yansıtan etkili bir PR çalışması olmayınca derin bir bilgi boşluğu oluşuyor. Özellikle genç nesiller üzerinde etkili olan algı operasyonlarıyla, tek taraflı yayınlarla yakın geçmişte yaşanan acıların, ölümlerin sorumluları ibra edilmek isteniyor; solcu militanlar efsane kahramanlarına dönüştürülmeye çalışılıyor. Böylece Sovyetlerin dağılma sürecine paralel şekilde, dünya çapında ideolojik bir iflasa saplanıp kalan komünizmin ülkemizdeki uçları, genç zihinleri devşirerek, Denizlere, Mahirlere özendirerek örgütsel varlıklarını sürdürmek istiyorlar.

OKUMUŞLARIMIZDA KİŞİLİK SORUNU YAYGIN

Entelektüel yetersizlikleri, kendi fikir ve inançlarından emin olmamaktan kaynaklanan özgüven eksiklikleri nedeniyle bazı aydınlar, siyasetçiler ve yazarlar tavırlarının anlamını düşünmeden bu tiyatroda yer almaya, rol kapmaya kalkışıyor. Başka bir ifadeyle hayatlarını, tercihlerini Fatih’ten Harbiye’ye, Nişantaşı’na naklederek noksanlıklarını telafi ettiklerini, çağdaşlaştıklarını, sınıf atladıklarını zannediyorlar.

Seçim yoluyla iktidara gelemeyeceklerini gören, bu nedenle illegaliteyi yöntem olarak benimseyen radikal solcular, okumuşlarımızın duygusal zaaflarından, özgüven eksikliğinden azami derecede faydalandılar. Onları özellikle 70’li yıllarda Fareli Köyün Kavalcısı gibi peşlerine takarak “Millî Demokratik Devrim”, “Sosyalist İktidar” hayalleriyle heyecanlandırarak Türkiye’yi iç savaşın eşiğine getirdiler. Çoğu gençliğinin baharında binlerce insanımızın ölümüne neden oldular.

TERÖRİSTTEN İDOL ÜRETMEK

Rıdvan Dilmen’in bir TV programında “Ben Tayyip Erdoğan Beye baktığımda parkasız bir Deniz Gezmiş görüyorum. Deniz Gezmişte kahrolsun emperyalizm diyordu. Erdoğanda emperyalistlerle mücadele ediyor. demesi, kulaktan dolma ideolojik tercihlerle fikir sahibi olduğunu zanneden yarı cahilliğin dışarıya yansımasıdır. Dilmen’in densizliğinin nedenini usta yazar Yılmaz Özdil birkaç cümlede özetleyiverdi: “Türkiye’nin hangi yarımkürede olduğunu bilmeyen, Türkiyenin kaç coğrafi bölge olduğunu bilmeyen Rıdvan Dilmen, ben Tayyip Erdoğanı parkasız Deniz Gezmiş olarak görüyorum, sol görüşlü bir insan olarak görüyorum” dedi. “Şu yalaka şeytanı futbol federasyonu başkanı mı yapacaksınız, milli takım hocası mı yapacaksınız, ne yapacaksanız bir an önce yapın, siz de kurtulun biz de kurtulalım!”

Dilmen’in çıkışı Ahmet Hakan’a ilham vermiş olacak ki, O da Gezmişgilleri yüceltme korosunda yerini aldı: “Ey muhafazakâr kesim; size sesleniyorum. 1970’lerin başında sizin Kudüsten falan pek haberiniz yokken Filistine giden, Filistin kamplarında eğitim gören, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün militanlarıyla İsraile karşı omuz omuza savaşan, Türkiyenin yüz akı solcularının anıları önünde lütfen hemen saygı duruşuna geçiniz ve onlara anarşist maceraperest falan dediğiniz için özür dileyiniz.

Bir CHP milletvekili Devrim Kök daha net konuşarak: “Deniz Gezmiş bizim namusumuzdur, onurumuzdur; Deniz Gezmiş halktır, devrimcidir, emperyalizme karşı mücadele eden bir kahramandır.” diyerek idollerinin başka bir kesim tarafından sahiplenilmesine izin vermeyeceklerini açıklamış oldu.

Konak eski Belediye Başkanı CHP’li Hakan Tartan’ın hazırlattığı kaset, komünist bir militandan Köroğlu efsanesi yaratma çabalarına önemli bir katkı yapıyor. Kasetteki anlatıma bakılırsa Gezmiş, Çayan ve arkadaşları birer kanatsız melek: “Devrimciydiler, idealisttiler, hayalleri vardı, ellerinden kitap düşmüyordu. Beyaz atın üstünde sevgilisine serenat yapan Deniz Gezmiş ve arkadaşları bozulmamış saf birer karakter idiler.”

Gerçeklerin tümüyle devre dışı bırakılarak ideolojik bağnazlık ürünü yalanların, kurguların hakikat gibi sunulması kolay başarılacak bir illüzyon değildir, bunu ustaca yapıyorlar. Gerçeklerin üzerini fütursuzca kapatıyorlar; devrimci mücadele diyerek meşru gördükleri gerillacılığı, terörü yöntem olarak benimseyen, onun teorik neşriyatını ve pratik uygulamasını yapan, iktidarı silah zoruyla almak için örgütler kuran solcu aktivistleri, genç nesillere haksızlığa direnen, emperyalistlere karşı çıkan, bağımsızlığı savunan birer roman kahramanı gibi sunmaya çalışıyorlar. Zorba devletin durup dururken hışmına uğrayan, idealleri uğruna canlarını veren, faşizmin mağduru kahramanlar olarak benimsetmeye çalışıyorlar. Ama bu sanal tabloda pek çok şey eksik kalıyor.

1962-1971 DÖNEMİ RADİKAL SOLUN İKTİDAR HAMLESİ

1962’de YÖN Dergisi’nin çıkması, TİP’in kurulmasıyla başlayan, ileriki yıllarda Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun DEV-GENÇ’e dönüşmesiyle yeni bir ivme kazanan Marksist-Leninist hareketlerin, radikal solun on yıllık macerası anlatılmıyor.

Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli ve İlhan Selçuk grubunun “Millî Demokratik Devrim” stratejine yer verilmiyor. Seçimle iktidar olmayı “cici demokrasi” diyerek aşağılayan bu grubun silahlı kuvvetler içerisine nüfuz etmesine, Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” kitabının subaylar arasında başucu kitabı hâline gelmesine, Cemal Madanoğlu’nun çevresinde bir araya gelerek darbe yapmayı planlayan emekli-muvazzaf subaylar, akademisyenler ekibine ve faaliyetlerine de yer verilmiyor.

İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi Deniz Gezmiş’in ne diye Ankara’ya gelip ODTÜ’yü sürekli ikametgâhı hâline getirdiğinden, yoldaşlarıyla birlikte üniversitenin altındaki dehlizleri silahlı eğitim alanına dönüştürmelerinden de bahis yok.

Filistin Kurtuluş Örgütü’yle anlaşma yapılıp, gruplar hâlinde Filistin’e, Lübnan’a ve Ürdün’e gittikleri belirtiliyor ama buralarda kendilerine ayrılan alanlarda gerilla eğitimi yaptıkları, eğitimlerini tamamlayınca gittikleri gibi kaçak yollardan Türkiye’ye nasıl döndükleri ve ne yaptıkları belirtilmiyor. THKO’nun lider kadrosunu oluşturan Hüseyin İnan ile on beş arkadaşının El Fetih kamplarında üç haftalık eğitimden sonra, bol miktarda silahla Türkiye’ye döndükleri, getirdiklerini Diyarbakır surlarına sakladıkları, daha sonra yol araması sırasında yakalandıkları, silahların gömüldüğü yerden çıkarıldığı anlatılmıyor.

Sahi bu genç devrimciler izcilik oymağı kurma peşinde miydiler, amaçları neydi? Gerilla eğitimini vakit geçirme için mi yapıyorlardı? Bunların anayasal düzeni silah zoruyla yıkma girişimlerine izin verilmemesi, güvenlik güçleriyle silahlı çatışmaya girmekte kararlı olan ve bunu yapanlara karşı silah kullanılması suç mu oluyor?

İsrail askerlerinin zaman zaman Filistinlilerin kamplarına yaptıkları baskınlar sırasında Türkiye’den gidenlerden bazıları öldü. Faik Bulut gibi yakalanıp İsrail hapishanelerinde uzun süre kalanlar da oldu. Ancak Türkiye’den Filistin’e gidenlerin esas amacı El Fetih Örgütü’ne katılıp savaşmak değildi. Oraya geçici bir süre için gerilla eğitimi alıp uzmanlaşmak, Türkiye’ye dönüp Türk ordusuna ve güvenlik güçlerine karşı savaşmak üzerine gitmişlerdi. Deniz Gezmiş’in buradaki kalış süresi üç aydan azdır. Gerillacılık için gerekli alt yapı hazırlıklarını yaptıklarına kani olunca Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) adını verdikleri terör örgütünü kurarak 1970’in sonlarında ayaklanma girişimini başlattılar. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan kendilerinden kısa süre önce Kahramanmaraş’ın Nurhak dağlarına gidip kamp kuran Sinan Cemgil ve ekibiyle buluşmak üzere bölgeye geçmeye çalışırken yolda yakalandılar.

Bu aşamaya gelinceye kadar faaliyet alanları üniversitelerdi. ODTÜ Gezmiş ve ekibinin, Siyasal Bilgiler Fakültesi Mahir Çayan’ın karargâhı konumundaydı. Diğer üniversite ve fakültelerdeki faaliyetleri buralardan yönetip yönlendiriyorlardı. Kendilerinden olmayan, boykot ve yürüyüş kararlarına uymak istemeyenleri silahla tehdit ederek, döverek, söverek yıldırmaya çalışıyorlardı. Direnen öğrencileri hiç acımadan katlettiler. Ruhi Kılıçkıran’dan Süleyman Özmen’e, Dursun Önkuzu’dan Yusuf İmamoğlu’na kadar bu dönemde çeşitli üniversitelerde çok sayıda ülkücü-milliyetçi öğrenci bu militanların silahlı saldırılarıyla şehit edildiler.

Bu hazırlık dönemini, başlatmayı planladıkları halk savaşının hazırlık süreci olarak yönettiler. Che Guevera, Fidel Castro ve Mao onların idolüydü. Latin Amerika tipi Fokoist gerillacılık eylemlerini model alıyorlardı. İşçi Partisi’ni revizyonist olarak suçluyorlar, particilik yapmayı sonuçsuz bir çaba olarak görüyorlardı. Hedefleri olan Marksist-Leninist düzene geçmenin tek yolunun halk ihtilali, silahlı mücadele ve devrime kadar savaş olduğuna inanıyorlardı. Türkiye’de teorilerinin omurgası olan yoğunlukta işçi sınıfı (proleterya) olmadığından “Kürt halkına özgürlük” sloganını sık sık kullanarak, aleviler arasında ideolojik ajitasyon yaparak etnisiteler ve mezhepler üzerinden bir kitle tabanı oluşturma peşindeydiler.

Deniz Gezmiş ve arkadaşları halk savaşını Mao’nun 1949’da Çin’de yaptığı tarzda kırsaldan başlatıp şehirlere yönelmek şeklinde düşünüyorlardı. Nurhak dağlarına bu amaçla gitmişlerdi. Mahir Çayan ise büyük şehirlerde, metropollerde silahlı eylemleri yoğunlaştırarak hedeflerine ulaşacaklarını düşünüyordu. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi’ni (THKP-C) bu amaçla kurmuştu. Hasan Cemal hatıratında Deniz Gezmiş’in, Avcıoğlu’nun millî demokratik devrim stratejisini nasıl küçümsediğini, kendileriyle nasıl dalga geçtiklerini uzun uzun anlatır.

Özetle Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın çevresinde toplanmış olan gruplar politikaya meraklı, ülke meseleleriyle ilgilenen, gösteriler düzenleyen sıradan masum bir topluluk değildi. Hazırlıklarını tamamlayıp başlattıkları girişimlerin sözlükteki adı terördür. Buna başka bir anlam yüklemeye çalışmak, el çabukluğuyla illüzyon yaparak olayın mahiyetini saklamak tarihî gerçeklerle bağdaşmaz.

TÜRKİYE FELAKETİN EŞİĞİNDEN DÖNDÜ

Süleyman Demirel’in başındaki AP iktidarı, öğrenci olaylarının farklı bir mecraya kaydığına, üniversitelerde ve ordu içerisinde iktidara el koymak maksadıyla illegal örgütlenmelerin yapıldığını, tahriklerin işçi ve köylüler arasında da yoğunlaştığını fark edemedi. 1965’den 1971’e kadar altı yıllık süreçte olayları sadece seyretti. “Yollar yürümekle aşınmaz” rehaveti içerisinde işler oluruna bırakıldı. Halkın desteğine sahip bulunmanın, sandıktan çıkmanın iktidar olmak için yeterli olduğuna inanıldı.

Yasalar da yetersizdi. Üniversitelere polis ancak rektörün talebiyle girebiliyordu. Üniversite yönetimleri okullardaki olaylara, öğrenciler arasında giderek artan ve silah kullanmaya kadar varan gerginliklere, sol grupların kendilerinden olmayanlara yönelik şiddet içeren baskılarına, düzenlenen gösterilerin giderek devlete meydan okuma vesilesi yapılmasına sessiz kalmayı tercih ediyordu. ODTÜ, Gezmiş ve arkadaşlarının yönettiği devlet içinde bir devlet konumuna gelmişti. Üniversite içerisinde dilediklerini yapabildikleri hâlde bunu yetersiz buluyorlar, bazen kampüs dışına çıkarak gösteri düzenlemek istiyorlardı. Eskişehir yoluna çıkmak istediklerinde çevrede önlem alan jandarmayla aralarında çatışma çıktığı da oluyordu. Bu çatışmaların ikisinde jandarmaların üzerine ateş açıldı ve iki er şehit oldu. Bunu karıncayı bile incitmeyecek kadar hassas ve idealist olduğu öne sürülen Denizgiller taifesi yapmıştı.

1971 yılına gelindiğinde hükümet ipin ucunu büyük ölçüde kaçırmış durumdaydı. Silahlı Kuvvetler kelimenin tam anlamıyla fokur fokur kaynıyordu. Askeri kullanarak iktidara gelmeyi planlayan Doğan Avcıoğlu-Mihri Belli grubu bir kanaldan, Madanoğlu’nun başında olduğu grup diğer bir kanaldan girişimlerini sürdürüyorlardı. Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur ve Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Faruk Gürler bu cuntalarla dirsek temasındaydılar, her şeyden haberdardılar. İki komutanın kod isimleri bile vardı. Gürler’inki Selim Bey, Batur’unki Yavuz Bey idi. Cuntacılarla yapılan ön görüşmelere göre Gürler Cumhurbaşkanı, Batur Başbakan olacak, parlamento fesh edilecek, bir “devrim konseyi” kurularak ülkeyi birlikte yöneteceklerdi.

Ne var ki, bu gelişmeleri yakından izleyen, sorumluluk bilincine sahip, ülkenin geleceğini düşünen vatansever devlet yöneticileri de vardı. Bu kritik dönemde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, MİT Müsteşarı Fuat Doğu ve Birinci Ordu Komutanı Faik Türün tarihî bir işlev yaptılar, Türkiye’yi felaketin eşiğinden döndürdüler.

9 Mart 1971’de Genelkurmay’da çok sayıda generalin katılımıyla gerçekleşen toplantıda Tağmaç’ın etkisiyle darbe girişimi frenlendi. Bu arada Faruk Gürler ve Muhsin Batur darbeyi planlayanların, kendilerini koçbaşı gibi kullanıp iktidarı devirdikten sonra tasfiye edeceklerini sezmişler ve geriye çekilmişlerdi. Darbe o an için önlenmiş olsa da Silahlı Kuvvetler içerisinde tansiyon yüksekti. Mevcut hükümete karşı tepkiler sürerken gerilimin düşürülmesi mümkün görünmüyordu. Bunu sağlamak için 12 Mart Muhtırası verildi. Başbakan istifa ettirildi ama parlamento açık tutularak ve partilerin katılımıyla Meclis içerisinde Nihat Erim’in başkanlığında bir hükümet kurularak ortamın normalleştirilmesine çalışıldı.

SİLAHLI DEVRİM GİRİŞİMİNİN HAZİN SONU

Sol kesim ilk başta muhtırayı ve Demirel’in istifaya mecbur bırakılmasını devrimcilerin başarısı olarak görüp alkışladı. Ancak DEV-GENÇ kökenli radikal solcu gençler farklı düşünüyorlardı. Hedeflerine gerillacı yöntemlerle, silahlı çatışmalarla kitleleri ayaklandırarak ulaşacaklarına inanıyorlardı. Bu maksatla parti ve cephe tarzında örgütler kurmuşlar, hazırlıklarını tamamlamışlar, “devrimci halk savaşını” başlatmak üzere vesile arıyorlardı.

Sosyalist görüşleri benimseyen sivil ve askerlerin işbirliğiyle, ordu içerisinde örgütlenerek darbe yapmayı planlayan MDD’cilerin başarısız olmaları üzerine “Denizgiller” harekete geçtiler, eylemlerini yoğunlaştırdılar.

Bu nesilden DEV-GENÇ kökenli başka gruplar da vardı. Doğu Perinçek’in başında olduğu Proleter Aydınlık’çı TİİKP Söke’yi, İbrahim Kaypakkaya’nın TKP (ML) TİKKO’su Tunceli ve çevresini eylem alanı olarak seçmişlerdi. Ancak bunların etkisi ve gücü daha sınırlıydı.

Mart ayından itibaren silahlı soygun ve adam kaçırma haberleri çıkmaya başladı. Fabrikatör Mete Has, Adanalı zenginlerden Talip Aksoy ve Dr. Hakan Duman’ın oğlu kaçırılmışlar, aileleri bunların serbest bırakılması için bu örgütlere bir milyon liradan fazla fidye ödemişlerdi ama failler tahmin edilseler bile nedense bulunamıyordu.

Ancak İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Elrom’un 17 Mayıs 1971’de kaçırılması şok etkisi yarattı. Olay solcu radikal unsurların sanılandan daha büyük tehlike oluşturduğunu, anayasal düzenin tehdit altında olduğunu gösteriyordu. Mahir Çayan ve ekibi yurt içinde ve dışında çok ses getirecek, adlarının duyulmasını sağlayacak, örgütlerine itibar kazandırmak maksadıyla bu eylemi düzenlemişlerdi. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın konsolosun sağ olarak teslim edilmesi çağrılarını cevapsız bıraktılar. Çayan ve adamları üç gün boyunca İstanbul’da güvenlik güçleriyle adeta kaçıp kovalamaca oynadıktan sonra arama yapılan evlerden birinde konsolos başından vurulmuş olarak bulundu.

YENİ TRAJEDİLER YAŞANMAMALI

Bu tarihten sonraki aylarda sürdürülen aramalar sırasında ideolojik amaçlarına silah zoruyla ulaşmak isteyen bu gruplarla güvenlik güçleri arasında çatışmalar yaşandı. Sonuçta günümüzde 68’liler adıyla romantik ve destansı bir kimlik kazandırılmaya çalışılan DEV-GENÇ kökenli radikal solcu grubun silah gücüyle kitleleri ayaklandırmak ve millî demokratik devrim yapma hayalleri tutmadı, tutamazdı da. Tasavvur ettikleri Marksist-Leninist sistemin gerçekleriyle bağdaşmayan, altı boş kof bir teoriden ibaret olduğu kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği’nin dramatik akıbetiyle gözler önüne serildi. Ama ne yazık ki ülkemizde bazılarının ne hayalleri tükeniyor, ne de hayalperest yeni nesiller oluşturma girişimlerinin sonu geliyor. Ne kadar marjinal ve gülünç kaldıklarının da farkına varamıyorlar. Aradan yıllar geçtikten sonra, günümüzde hâlâ 50 yıl önce yaşanmış olan acıları, ölümleri, heder edilen gençlerin trajedisini umursamadan benzer senaryoları oynamaya çalışanlar var. Başta devlet yetkilileri ve sorumluluk bilincine sahip aydınlar olmak üzere herkesin gençlerimize, çocuklarımıza yeni trajediler yaşatılmaması için çaba göstermesi gerekiyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

%d blogcu bunu beğendi: